Ben/cil metinler - 7 / Tacim Çiçek
ON BİR zaman, hiç doymadan sarhoş olmadan içen dev karınlı içici düşlerimse, hep çoğalan şarap / o durmadan içiyor düşlerim sürüyor, zaman içiyor, içiyor; düşlerim bitmiyor Hayatın yüzüme taktığı bütün maskelerden kurtulmak için ressam oldum kendime. Yüzüm tuval oldu ellerime. Ellerim, hayatın renklerinden ve maskelerinden arındırmak için beni, yine benden emir alıyor. Aynadaki kendimle barışık değilim bu yüzden. Alışılmışın dışında renklerle çalışıyorum. Müthiş bir içtenliğin ve isteğin etkisindeyim. Gece düşlerine yol alıyorum. Ne ipini koparmış bir uçurtma, ne de olduğundan hızlı uçmaya çalışan bir serçeyim. Küçük mutluluklarla da yetinmiyorum ama. Küçük mutluluklarla ilgilenmedim hiç, ilgilenmeyeceğim de. Bana bundan dolayı kızan, karşı çıkan ve hatta beni sevmeyen oldu, olacak da. Ne yapayım böyle düşünüyorum. Çünkü nasıl ki doğarken yalnızlığımızın bilincindeysem, ölürken de yalnız olacağımızın bilincindeyim. Bu iki yalnızlık arasındaki yolun, yani ömrün kısalığı veya uzunluğu hiç önemli değil. Bana göre önemli olan, bu iki yalnızlık arasında insanların birbirine karşı maskeler takmaları, bu maskelerle birbirini kandırmalarıdır. Her an, her saat, her gün herkese karşı maskeler çıkarıp takıyoruz, asla gerçek kendimiz değiliz ve acı olan da bildiğimiz gerçeğe, öyle değilmiş gibi inanmamızdır diye düşünüyorum. İşte maskelerden kurtulmak isteyişimin nedenlerinden, belki de en önemlilerinden biri de bu. Mandalın tutkusu gibi yüreğimin tutkusu... Bir mandalı hor görenlerin sözcükleri, dilimin ve içimin kullanmayacağı türden... Kirli sözcüklere karşı donanımlıyım. Bazen bir filozofum. Düşünürüm. Üretirim. İpliğimle renklerimi ve giysilerimi… Yalnızlığım yalnızca bir yanılsama gözünde bakarkörlerin. Gecenin gündüz dostları yanıma, yakınıma maskeleriyle sokulur. Oysa maskelerinin gerisindeki gerçek yüzlerini çok iyi gördüğümü hiç bilmedikleri gibi şuncağız da olsa tahmin bile edemezler. Bundan müthiş bir keyif alırım. Sözde birbirimizi çoğaltırız hayat denen şu ormanda. Bütün hilelere, maskelere rağmen yan yanayız, varlığımızla, düşüncelerimizle çok özgünüz havası yaratırız. Gündüz dostlarımdan öğrendim. Ağaçlarda uyuyan atalarımın varlığından haberdar olduğumuzu. Bu yüzden düşlerimizde sık sık ağaçlardan aşağı düşmemiz çok doğalmış. Kimi zaman yüksek bir yerden yuvarlanıyorum ben de, yıldızların içinden geçiyorum. Bir bakıyorum ki balık gibi yüzüyorum. Bir anlam bulamasam da düşlerimin kâbusundan kurtuluyorum uyandığımda. Bu açıdan baktığımda uyanmak müthiş terapi… Ağaçlardan düşenlerin soyundan olmadığımın kanıtıymış bu düşüm. Düşmeyenlerin ardıllarının bu düşleri görmeleri olağanmış. Sonsuzluğa uzanmak gibi bir derdim var. Çabalarım bu yönde. Yaşadığım zamanla sınırlı olmadığımı, bunun öncesinin ve sonrasının da olduğunu düşünüyorum. Işıkların oluşturduğu yakamozlara aldırmıyorum. Yine de yakamozlara aldanmıyorum. Güneşi görüyorum, düşlerimdeki yolculuklarımda. Kırsalar da çiçeklerimi, yine de çiçekleniyorum düşlerimde. Sensizlikte seni arıyorum. Kendimden çıkıyorum sana uçuyorum. Seninle oluyorum. Sensizliğe bu yüzden kahretmiyorum. Yeter ki sözcüklerini kanatlandırmaktan usanma. Bu maskelerimden kurtuluşuma yardım edecek anlıyor musun beni? Sende seni yaşamak, yaşanmış bir günde seni bulmak ve senle dolu sevdayı paylaşmak demektir benim için. Bu ikimizi yaşanmamış bir sevda türküsü olmaktan kurtarabilecek ancak diye düşünüyorum. Mutluluk, insanın önündeki ışıklı bir yol, unutma bunu. Hayatın üzerimize attığı soyut ağ’a karşın kanatlarımıza yüklenmek, işte asıl direnmek ve asıl tutku. Ve kanatlarımızın bizi götüreceği yere dek değil de direnmemizin büyüklüğü denli uçmaya çalışmak, işte çelişki olmayacak gerçeklik de bu. Uçabilmek bir sevda ustalığıdır. Günbatımından yuvasına ulaşmaya çalışan kuşları düşün. Düşün ki yağmur kurşun gibi aman vermiyor. Düşün ki hayat ağ’ının ipleri amansız kurşunlardan. Düşün ki ayak basacakları bir karış toprak yok. Düşün ki inebilecekleri bir dal veya saçak da… Hep uçmak zorundalar. Ve o kurşun yağmur bir damladan fazla düşmüyor kanatlarına serçelerin. İşte böyle olmalıyız. Acılar, kuşatmalar ve hüzünler karşısında. Kendimize güvenmeliyiz. Baykuşların set oluşturması da önemli olmamalı. Sevdalı sözcüklerimiz kucaklaşabilsinler yeter. Yaşanacak umutlar tutunacak dallar olabilmeli. Gece düşleri bitmesin istiyorum. Akar ilkesindeki aşkımız da… Hayatın yüreğime saplamaya çalıştığı sözel bıçaklara aldırmıyorum. Bıçaksız sözlerimi öne sürüyorum ve bekliyorum. Dağ ateşleri çobanların rehber yıldızları... Güzelliklere sevdalı ırmaklar aşkla akıyorlar. Ve aynı kalamaz ki kırlangıçlar. Yüreklerimiz terk edilmiş kırlangıç yuvaları olmasın yeter ki. Her zaman ırmaklar gibi sevdalı sözcüklerin peşinden kanatlanıyorum değirmen bedenimden. Gece düşleri buluşturuyor sözcüklerimizi. Büyü bozuluyor böylece. Güneş, ışık parmaklarını uzatıyor bize. Usulca uyandırıyor ikimizi. Gülümsüyoruz birbirimize. El yetmez, göz görmez bir aranın karanlığını görüyoruz. Yine de yeniden buluşacağımızı biliyoruz, en azından düşlerde... Ayrılığımız bir dahaki gece düşlerine dek sürecek o kadar. Maskelerden kurtulmak isteyen yüzüm ellerime bakıyor. Ellerim de benden emir bekliyor hâlen. İçtenliğim ve isteğim alışılmışın dışındaki renkler seni gösterdiklerinden bir şey yapamıyorlar. Bilmiyorlar ki senden kendimi öğrenmek ve dinlemek istediğimi. Çok zor bir işe başladım bile, başarır mıyım bilmiyorum kendimi maskelerden korumayı ve kurtarmayı çok istiyorum. ON İKİ Ayrılığın, özlemin bu kadar zalim bir ateş olduğunu ve etrafındakilerin hiç farkında olmayıp, o ateşin sizi içten içe yakması hem ilginç, hem de tuhaf. Çünkü kanıksadığımız yangınların alevi, dumanı görülür. Bunu en azından görünen bir yangına yakın olanlar görür, fark eder. Yangını söndürmeye, ondan zarar görecekleri kurtarmaya çalışırlar. Sonunda yangın söndürülür. Varsa yaralananlar iyileştirilir. Yaşama yeniden tutunmaları için onların, ne gerekiyorsa yapılır. Böylece bir tür Simurg olur yangına maruz kalanlar ve adeta küllerinden yeniden yaratırlar kendilerini, yaşam sevinciyle dolarak… Hüznün, özlemin ve ayrılığın birleşerek vahşi bir ata dönüştüklerini ben ancak sensizlik derdine düşünce anladım. Oysa usta bir binici olduğumu, en vahşi atları bile uslandırıp ehlileştireceğimi sanırdım. İtirafımdır ki yanılmışım. Üçü de iyi ve has bir binici olan bana güzel, alımlı bir at gibi göründü. Ona usulca ve de temkinli yaklaşırsam üstesinden gelirim dedim içimden. Susamıştır diye ona kovalarla su verdim. Susuz bıraktım ama önce, kana kana içeceği suya biraz da votka koydum. İçti gözlerimin önünde, çaresizce. Az sonra votka etkisini gösterdi, kişnemeye, delirmeye başladı. Çimenlerde koşup durdu bir o yana bir bu yana. Aniden durup etrafına bakmaya başladı. Kedisine ne olduğunu anlamak ister gibi durup dinledi kendisini. Sonunda yoruldu. Gizlendiğim yerden çıktım. Yaklaştım ona ve okşadım güzelce. Gözlerini hiç ayırmadı benden. Eyeri, yuları kısacası koşu takımını taktım… Ve bir hamlede bindim. O an bir yıldırıma binmişim gibi beni göğe çıkardı. Pegasus’tu sanki. Olmayan kanatlarıyla yükseliyordu durmadan… Ben de sırtından atmak istediği Bellerofon’dum. Yükseldikçe yükseldi, beni adeta kül etmek istediği güneşse kızıl kara karışımıydı. Senin sesine benzeyen bir ses işittim o an, ‘Atın karnına in çabuk yoksa yanacaksın!’ diyordu o sesine benzeyen ses. Güçlükle yaptım dediğini sesin. Bu defa da beni adeta çimenin yedi kat altına gömmek istermiş gibi indi aşağı… Çünkü canı yanmıştı o kızıl kara güneşten. Can havlıyla iniyordu yeryüzüne… Yine o sesi duydum. ‘Çabuk üstüne geç, yoksa altında ezecek seni!’ demişti. Üstüne geçtim atın güçlükle. Gömüldü karnına kadar çimenlerin yumuşak toprağına. İndim üstünden hemen. Debelendi, kişnedi kurtulmaya çalıştı. Değişti birdenbire at karşımda. Hüzün, özlem ve ayrılık duman gibi savruldu başka göğe. Yok oldular. Arkamı dönüp gidecektim ki hüzün karşımda belirdi. Hüzün bin yüzlü. Karşımda bir zalimdi şimdi. Anladım ki hüzün de hizmetçisiymiş Orman Büyücüsü’nün. Son anda yine sesinle sıyrıldım onun saldırısından ama ateşten oku saplandı ciğerime, yanmaya başladım içten içe. Bir sen anladın yandığımı yalnızca. Nedense sesin yumuşak, etkili söz yağmuruna döndü birden. Sana benzeyen bulutlardan döküldüler üstüme. İçime kadar işledi söz damlaların ve yanıp kül olmaktan kurtuldum bir anda. Anladım ki aralar, ertelenmiş buluşmalar toplamıymış aslında ve ayrılık dediğimiz de… Hüzün de ayrılıklar toplamı… Sesin ve fotoğrafların olmasa hiç katlanılır şey değiller. İşte arayı açacak demir kuş bekliyor beni. Gözlerimden gözlerine kendimi akıtıyorum farkında mısın? Kendimi sende bırakmak için. Ve seni kendimde tutmak için… Ben derin bir yalnızlığın ve sensizliğin karşı konulmaz bir afet gibi beni tavladığı anlardan kalma bir kuşkuyla ama yalnızlığımı ve sensizliğimi de daha fazla büyütmeden gezdiğim, tutunduğum iç dünyamda senin ışığınla karşılaşıp bağlandım sensiz hayata. Nedense senle ilgili her yaşanmışlığı rüyaymış ve de bitecekmiş gibi düşünmek istemiyorum. Kovuyorum kendimden bu arsız düşünceleri ama alıcı kuşlar gibi dolanıyorlar içimde, bana bunu anımsatıyorlar çoğu zaman. Kahroluyorum ve içime ağlıyorum. Her ayrılık tekrar buluşmak içindir sözüne sığınıyorum umutsuz olmamak için… Gitmek zamanı gelince, inanılmaz bir üzüntü yaşarım o an. Çünkü aynaya baktığımda yüzümde ışığından yoksunluk belirir. Sen yanımdaymışsın da seni bırakıp uzaklara gidecek ve bir daha da dönmeyecekmişim duygusuna kapılırım. Bu düşünce gerçek olmadığı hâlde kara bir yılan gibi çöker içime, alamam kendimi verdiği derin acıdan. Oysa çoktandır görmediğim dostlarımı görecek, birlikte ortak geçmişimize düşsel de olsa yolculuklar yapacaktım. Bir yeri yaşanılır, sevilir yapan ve yeniden görme isteği uyandıran da dostluklar, arkadaşlıklar ve yaşanmışlıklardan dolayıdır. Biliyorum ama kendine sözümü dinletemiyorum. Senden uzaklığın acısı öyle bir dokundu ki bana, anlatamam dil kuşlarımı şakıtarak ama sen hissedebilirsin ne duyumsadığımı… Sonunda bindim otobüse. Kaptanın hemen arkasındaki tekli koltuğa oturdum. Bir süre sonra muavin bir film dvd’si açtı. Kanıksadığımız ve benim birkaç kez izlediğim bir filmdi açtığı… Babamla geçmişteki anlaşmazlıklardan ve kopuşlardan da izler taşıdığından ilk izlediğimde gözyaşlarımı tutamadığım bu film Babam ve Oğlumdu. Çağan Irmak’ın… Ülkemizde aileler olanakları ölçüsünde ister köyde yaşasın isterse de şehirlerde… Çocuklarını, rahat bir geçim kapısı edinsinler ve kısa yoldan hayata atılıp dünya işlerini öğrensinler diye okutur, ilkokuldan üniversiteye kadar. Çocuklar da biraz palazlanıp farkındalık duyguları geliştiğinde başka hayaller, tutkular peşinden de giderler. Örneğin yaşamı güzelleştirmeye, dünyayı değiştirmeye sevdalanmak ve bu yolda mücadele etmek gibi… İşte böyle bir sevdanın tutkulusu olan beni kendilerince korumak isteyen ailemle ister istemez çatışırdık. Ben de inancım uğruna ölmek gerekiyorsa ölürdüm… İşte film bana bunları anımsattı. Ama bu defa yalnızca bunları değil, ailemden sakladıklarımı da anımsattı. Bana geçmişte onca eziyet ve acı çektirenlere olan öfkemi bileyeceği yerde bambaşka duygular yaşattı. Bu filmi her izlediğimde aklıma, 12 Eylül’den öncesi ve hemen sonrasında birilerinden yaşadıklarımızın intikamını almak düşüncesi gelirdi hep. Bu kez bunlar gelmedi aklıma. İyi ki kafamda dönüp duran bireysel bir eylemde bulunmamışım düşüncesi geldi aklıma. Geçmişten tanıştığımız zamana kadarki yaşadıklarımın sonucunda senle tanıştım diye tuhaf bir sevinç de duydum, anlıyor musun? Otobüs ışıktan bir yolda karanlığı yararak ilerlerken bozkırda Ay’ı gördüm. Ay, gülümsüyordu ve yol gösteriyordu şoföre adeta. Bir yandan da benle sohbet ediyordu sessizce. Seni anlatıyordu bana. O an içim sızladı. Yanında olmayışıma hayıflandım. Birden seni gördüm yanımda. İçimden konuştum seninle. ‘Ne zaman karar verdin benle gelmeye?’ dedim. ‘Her seven, sevdiğini yanında kendisiyle götürür, bilmez misin,’ dedin. Bu güzellik bozulmasın diye Ay’a baktım sadece. Yanımda olduğunu, uyumak için başını omzuma koyduğunu düşündüm. Ay’ı ve filmi de unuttum. Senle olan bu düşe daldım. Senle yolculuk güzeldi… Muavinin sesiyle uyandım. Sen de yoktun Ay da… Güneş vardı. Hava aydınlıktı. Yolculuk bitmişti. İndim otobüsten ve çantamı aldım muavinden… Nedir sevmek? Emek midir? Özlemek midir yanında olsa sevdiğini her vakit? Ya da özlemini duymak mıdır uzakta olanın? Yatırıp gözleri yollara beklemek midir gelecek olanı? Sahi, nedir sevmek? Gözün görmediği, elin yetmediği birini, büyütmeden onsuzluğu ve de yalnızlığı kendinde yaşatmak mıdır sevgi? Hep özlemi çekilenin düşünmek mi? Uzağı yakın etmek, uçurumları ve boşlukları doldurmak mıdır? Gerçekten de nedir sevgi ve sevmek? Bunları düşündüm, bir dönem çocukluğumu ve ilk gençliğimi sokaklarında tükettiğim ve düşüncelerimi ak duvarlarına kızıl renklerle yazdığım kentin sokaklarında dolaşırken. Sesini duymak, yüzünü görmek için ağır ağır ilerleyen eski mi eski trenin vagon penceresinden ovaya bakarken dönüşümde… Çünkü birbirinden verimli tarlalarda, bir yerlere gitmek isteyen insanlar bekliyordu ara küçük istasyonlarda. Ben o insanların arasındaki güzel kızlarda aradım seni, onlara bakarken. Yolda kaza olasılığı korkutur beni sadece, çünkü bana en kötüsü olursa seni düşümde de olsa yaşatamayacağım için… Yola çıktığımda sanki geçtiğim her yere bir anımı bırakırım ve tatlı bir esinti gibi geçer hayalimden o anılarım. Hangi anımın kaç kez üzerinden geçtiğimi bulmaya çalışırım. Ama yeni bir başlangıca çıkmışım gibi gelir uzak yolculuklar bana ve ardımda bıraktığım anıları, yaşanmışlıkları sonsuza kadar kaybettiğimi düşünür de üzülürüm. Ne bileyim garip, tuhaf düşünceler kuşatır beni de ellerinden kurtulamam bir türlü, hayalin gelip de beni bir kahraman edasıyla onlardan kurtarana dek… Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR